KİTAP TANITIMI (Geniş bir Özet)
RIDVAN DEMİR / 2011
WHO WROTE THE BIBLE ?
RICHARD ELLIOT FRIEDMAN
İnsanlar neredeyse iki bin yıldır Kitabı Mukaddes’i okuyor. Onu, gerçek, mecazi ya da simgesel anlamıyla değerlendiriyorlar. Onu ilahi olarak yazdırılmış, vahyedilmiş ya da ilham yoluyla ortaya çıkmış ya da insan yaratımı bir şey olarak kabul ediyorlar. Diğer kitaplardan daha fazla alıntılanıyor. Görkemli bir edebi eser ve ilk tarih kitabı sayılıyor. Papazlar, rahipler ve rabiler vaazlarında onu kullanıyor. Bilim adamları, üniversite ve seminer’lerde Kitabı Mukaddes’i inceleme ve öğrenme işine bir ömür veriyor. Ancak Kitabı Mukaddes’i kimin yazdığını bilmiyoruz.
Medeniyetimizde böylesine önemli bir rol oynayan bu kitabı kimin oluşturduğunu şimdiye kadar asla kesin bir biçimde bilmememiz gerçekten de şaşırtıcı bir durum. Kitabı Mukaddes’te yer alan kitapları kimin yazdığına ilişkin gelenekler vardır –Musa’nın Beş Kitabı’nın Musa’ya YEREMYA’NIN MERSİYELERİ (Ağıtlar) kitabının peygamber Yeremya’ya MEZMURLAR’ın yarısının Davut’a ait olduğu varsayılır.
Araştırmacılar yaklaşık olarak bin yıldır bu muammayı çözmek için çalışıyor ve özellikle son iki yüzyılda olağanüstü keşifler yaptılar. Bu keşiflerin bazıları geleneksel inanışlara meydan okuyor.
Kitabı Mukaddes’te anlatılanlar dünyada bu metnin ne anlama geldiğini anlamak açısından önemlidir. Kitabı Mukaddes’i günümüzde yen ve daha zengin bir şekilde anlayabilme imkanı da sunmaktadır; yeter ki Kitabı Mukaddes’i kimlerin, hangi etkilerle yazdığını bilelim.
Musa’nın Beş Kitabı
Bu, dünyanın en eski muammalarından biridir. Araştırmacılar, neredeyse Kitabı Mukaddes’in tamamlanmasından beri bu sorunla boğuşmaktadır. Aslında bu sorun, Kitabı Mukaddesin yazarıyla ilgili bir çalışma aracılıyla ortaya çıkmadı. Her şey Kitabı Mukaddes metninde gördükleri bazı sorunlu noktalar hakkında sor soran kişilerle birlikte başladı. Ve Kitabı Mukaddes’in kökenine ilişkin ipuçları teker teker ortaya çıkaran araştırmacıların başrolde olduğu bir dedektif hikayesi gibi yazıldı.
Bu muamma, Kitabı Mukaddes’in ilk beş kitabı olan TEKVİN (Yaratılış), ÇIKIŞ (Mısır’dan Çıkış), LEVİLİLER, SAYILAR ( Çölde Sayım) ve TESNİYE (Yasanın Tekrarı) hakkında sorulan sorularla ortaya çıktı. Bu kitaplar Pentatök ( Sözcük Yunanca’dan gelir, “beş kitap” anlamındadır) ya da Tora (sözcük İbranice’den gelir, “talimat/yasa” anlamındadır) olarak bilinir. Onlara Musa’nın Beş Kitabı da denir. Bu kitaplardaki Musa baskın figür olarak karşımıza çıkar ve erken dönem Hırıstiyan ve Yahudi geleneği Musa’yı bu kitapların yazarı olarak kabul eder, ancak Musa’nın Beş Kitabı’nın hiçbir yerinde metin yazarının Musa olduğn belirtmez.1 Ancak yalnızca tek bir kişinin, yani Musa’nın bu kitapları yazdığına dair gelenek bazı sorunlar doğurdu. İnsanlar metindeki çelişkilerin farkına vardı. Kitabı Mukaddes bir yerde olayları belli bir düzen içinde anlatırken başka bir yerde aynı olayların farklı bir düzen içinde gerçekleştiğini açıklıyordu.
İnsanlar Musa’nın Beş Kitabı’nda, Musa’nın bilmesine imkan olmayan ve söylemiş olamayacağı şeylerin de yer aldığını fark etti. Her şeyden önce metin, Musa’nın ölümünü anlatıyordu. Aynı zamanda kitap Musa’nın yeryüzündeki en alçakgönüllü insan olduğunu söylüyordu; yeryüzünün en alçakgönüllü insanının, kendisinin yeryüzündeki en alçakgönüllü insan olduğunu söylemesi pek de mümkün değildi.
Musa’nın yazarlığını sorgulayan kişilerin çıkarımları başlangıçta reddedildi. Metindeki sorunlara geleneğin yönlendirmesiyle verilen bu yanıtlar ortaçağa kadar geçerliliğini korudu.
Araştırmanın Altı Yüzyıllık Geçmişi
Araştırmacılar ilk aşamada, Beş Kitap’ı Musa’nın yazdığına dair geleneği hala kabul ediyor, ancak metnin bazı yerlerine birkaç cümlenin eklendiğini söylüyorlardı. Onbirinci yüzyılda Müslüman İspanya’daki bir hükümdarın saray hekimi olan Yahudi İshak ibn Yaşus, TEKVİN 36’da geçen Edom kralları listesinin Musa’nın ölümünden çok sonra yaşamış kralların adlarını içerdiğine işaret etti. Yaşuş, bu listenin Musa’dan sonra yaşayan biri tarafından yazıldığını ileri sürdü. Onikinci yüzyılda yaşayan bir İspanyol rabisi olan Abraham ibn Ezra’ydı. Kitabı Mukaddes’te, Musa’nın kendisi tarafından yazılmış olamayacak bazı bölümlerden söz ediyordu: Musa’yı üçüncü şahıs olarak anan bölümler, Musa’nın bilemeyeceği terimleri içeren bölümler, tasvir edilen ama Musa’nın asla gitmediği yerleri anlatan bölümler ve Musa’nın yaşadığının dışında bir zamanı ve mekanı yansıtan bir dilin kullanıldığı bölümler.
Ondördüncü yüzyılda, Şam’da teolog Bonfils, ibn Ezra’nın kanıtlarını kabul etti, ancak onun sessiz kalma tavsiyesine kulak asmadı. Bonfils, sorunlu bölümlere işaret ederek şöyle dedi: “Ve bu, bu cümlenin Tora’ya sonradan yazıldığına ve Musa’nın bu cümleyi yazmadığına delildir; elbette sonraki peygamberlerden biri olan bu cümleyi yazmıştır.” Bonfils metnin ilahi niteliğini reddetmiyordu. Hala söz konusu bölümlerin “sonraki peygamberlerden biri” tarafından yazıldığını düşünüyordu. O yalnızca bunları Musa’nın yazmadığı soncuna varıyordu.
Onbeşinci yüzyılda, Avila piskoposi Tostarus da belli başlı bazı bölümlerin, özellikle de Musa’nın ölümü rivayetinin, Musa tarafından yazılmış olamayacağını dile getirdi. Eski bir geleneğe göre bu rivayet Musa’nın halefi Yeşu tarafından yazılmıştı. Ancak onaltıncı yüzyılda, Luther’in çağdaşı olan Calstadt, Musa’nın ölümünü anlatan rivayetin daha önceki bölümlerle de aynı üslupta yazıldığı yorumunu yaptı. Bu durum Yeşu ya da başka birisinin Musa’nın el yazmalarına yalnızca birkaç cümle eklediğini iddia etmeyi zorlaştırdı. Aynı amanda neyin gerçekten Musa’ya ait olduğu ve neyin başka birisi tarafından eklendiğine ilişkin başka soruların ortaya çıkmasına neden oldu.
Bu sürecin ikinci aşamasında araştırmacılar, Musa’nın Beş Kitap’ı yazığını, ancak daha sonra editörlerin tekrar onların üzerinden geçip arada sırada kendilerine ait sözcükler ve ifadeler eklediklerini ileri sürdü. Onaltıncı yüzyılda, Flaman asıllı bir Katolik olan Andreas van Maes ile iki Cizvit teolog, Benedict Pereira ve Jacques Bonfrere, Musa’nın ellerinden çıkan ve daha sonraki yazarların genişlettiği bir özgün metin tarif ettiler.
Araştırmanın üçüncü aşamasında araştırmacılar, Musa’nın kesin bir biçimde Pentatök’ün büyük bir bölümünü yazmadığı sonucuna ulaştı. Bunu ilk kez onyedinci yüzyılda İngiliz filozof Thomas Hobbes söyledi. Hobbes, Beş Kitap’ın tamamından, Msa’nın yazarlığıyla tutarsızlık gösterecek sınırsız bilgi ve ifade örneğini bir araya getirdi.
Dört yıl sonra, Fransız bir Kalvinist olan Isaac de la Peyrére de Kitabı Mukaddes’in ilk kitaplarının yazarının Musa olmadığını açıkça yazdı. O da metin boyunca otaya çıkan sorunlara işaret ediyordu; bu sorunlar örneğin TESNİYE’nin ilk cümlesinde geçen “Şeria’nın öte tarafında (doğu yakasında)” ifadesinde söz konusu olana benzer. Ancak Musa’nın hayatının hiçbir döneminde İsrail’de bulunmadığı bilinmektedir.
Aynı dönemde Hollanda’da filozof Spinoza, daha önceki eleştirel çalışmaları da bir araya getiren ve benzer bir şekilde sorunl bölümlerin yalmızca teker teker açıklanabilecek birkaç müstakil örnekten ibaret olmadığını gösteren bir eleştirel çözümleme yayımladı. Bunlar her biri kendine has açıklamayı gerektiren birbirinden farklı sorunlar olmaktan çok, Musa’nın Beş Kitabı’nın tamamında yaygın olan büyük bir sorunun parçalarıydı. Kitap boyunca Musa hakkında üçüncü tekiş şahıs kullanan rivayetler, Musa’nın söylemesi mümkün olmayan ifadeler (“yeryüzündeki en alçakgönüllü insan” gibi), Musa’nın ölümüne ilişkin hikaye, “bugüne dek” ifadesi, coğrafi bölgelere Musa’nın ölümünden sonra aldıkları adlarla yapılan göndermeler, Musa’dan sonra gerçekleşmiş olayların ele alınması (Endom krallarının listesi gibi) ve daha önceki araştırmacıların da tespit ettiği türden bir dizi metinsel çelişki ve sorun bulunuyordu. Spinoza ayrıca TESNİYE 34’de metnin “…O günden bu yana İsrail’de Musa gibi… bir peygamber çıkmadı” biçiminde bir yargıda bulunduğuna dikkat çekti. Spinoza bunun daha çok Musa’dan oldukça sonra yaşamış, diğer peygamberleri görme ve karşılaitırma yapma fırsatı bulmuş bir kişinin sözlerine benzediğini belirtti. Üstelik bunlar dünyanın en alçakgönüllü insanının sözlerine de pek benzemiyordu.
Kaynaklar
Simon’un, Kitabı Mukaddes yazarlarının, kendi anlatılarını, eski kaynaklarını kendilerince bir düzene bir araya getirerek kurdukları fikri, Kitabı Mukaddes’i kimin yazdığının keşfi konusunda önemli bir adımdı. Musa’nın Beş Kitabı’nın, farklı yazarların kaleme aldığı eski kaynakların söz konusu biçim içinde birleştirilmesi faaliyetinin ürünü olduğu hipotezi sonraki yüzyılda üç araştırmacı tarafından geliştirilerek yeni bir kanıtın kullanılabilmesinin yolunu açtı. Bu yeni kanıt “tekrarlama”ydı. Geleneksel yanıtı çürüten başka bir ipucu keşfedildi. Araştırmacılar, çoğu durumda, tekrarlanan hikayelerden birinin, Tanrı’dan ilahi bir adla yani Yahve ( önceden hatalı olarak “Yehova” biçiminde telaffuz ediliyordu) olarak söz ettiğini, hikayenin diğer versiyonunun ise Tanrı’yı yalnızca “Tanrı” diye andığını tespit ettiler. Her bir grup, Tanrı’nın adı konusunda kendi içinde tutarlıydı. Üstelik araştırmacılar bu durumun yalnızca Tanrı’nın adlarına has olmadığına da gördüler. Her iki grup hikayede de düzenli olarak görünen bir dizi başka terim ve özellik buldular. Bu da, birbirinin farklı iki eski kaynağı aldığı, parçaladığı ve devamlılık arz eden bir hikaye oluşturacak biçimde Musa’nın Beş Kitabı içinde bunları bir araya getirdiğine ilişkin hipotezi destekleme eğilimini teşvik etti.
Böylece araştırmanın sonraki aşaması iç içe geçmiş bu eski kaynakları birbirinden ayırma süreci oldu. Onsekizinci yüzyılda birbirinden bağımsız üç araştırmacı böyle bir çalışma yaparak benzer sonuçlara ulaştı: bu üç kişi bir Alman papazı (H.B. Witter), Fransız bir tıp doktoru(Jean Astruc) ve bir Alman profesördü (J.G.Eichhorn)’du. Başlangıçta TEKVİN’deki hikayelerin iki versiyonundan birinin Musa’nın kaynak olarak kullandığı eski bir metin diğerinin ise Musa’nın –onun aynı konuları kendine özgü sözcüklerle anlattığı- kendi versiyonu olduğu düşünüldü. Ancak en sonunda her iki kaynağın da Musa’dan sonra yaşayan yazarlara ait olması gerektiği sonucuna ulaşıldı. Bu süreçte atılan her adım Musa’nın bizzat kendisinin yazar olduğuna ilişkin inancı zayıflatıyordu.
Ondokuzuncu yüzyılın başından itibaren iki-kaynak hipotezi gittikçe genişledi. Bilim adamları Pentatök’ü oluşturan yalnızca iki temel kaynak metnin olmadığına ilişkin kanıtlara ulaştılar – çünkü dört metin vardı! İki bilim adamı, Kitabı Mukaddes’in ilk dört kitabında hikayelerin yalnızca iki kez değil, bazen üç kez tekrarlandığını tespit etti. Bu keşif, çelişkiler ve karakteristik dil gibi diğer kanıtlarla birleşerek onları Pentatök’ü besleyen başka bir kaynak bulduklarına ikna etmişti. Ve daha sonra genç bir Alman bilim adamı, W. M. L. De Wett, doktora tezinde, Musa’nın Beş Kitabı’nın beşincisinin, yani TESNİYE’nin dil açısından, kendisinden önce gelen dört kitaptan açık bir şekilde farklılık gösterdiğine dikkat çekti. Diğer üç eski kaynaktan hiçbiri TESNİYE’de devam etmiyordu. Böylece W. M. L. De Wette, TESNİYE’nin dördüncü ve ayrı bir kaynak olduğunu öne sürdü.
Pek çok önemli kişinin çalışmaları ve bazılarının ödediği kişisel bedeller sayesinde Kitabı Mukaddes’in kaynaklarına ilişkin muamma açıkça tartışılmaya başlandı ve işe yarayan bir hipotez oluşturuldu. Bu, Kitabı Mukaddes’in tarihi boyunca yaşadığı kayda değer gelişmelerden biriydi. Araştırmacılar artık bir muammanın varlığını ve bu muammanın temel özelliğini görebiliyordu. Ancak bu dört eski kaynağın yazarlarının kimler olduğunu ve neden yazdıklarını hala bilmiyorlardı. Ve bu kaynakları neden bu kadar karmaşık bir şekilde birleştirdiği hakkında en ufak bir fikirleri yoktu.
Hipotez
Bunu mümkün olduğunca basit bir biçimde ortaya koymak gerekirse, muammanın genel görünümü şöyleydi:
Musa’nın Beş Kitabı’nın, dört farklı kaynağın kesintisiz bir tarihsel anlatı oluşturacak biçimde bir araya getirilmesiyle oluşturulduğuna dair kanıtlar vardı. Üzerlerinde çalışmayı kolaylaştırmak için bu dört kaynak alfabetik sembollerle adlandırıldı. Tanrı’nın adı olarak Yahve/Yehova’nın kullanılmasıyla tanımlanan metne J dendi. Tanrı’dan Tanrı ( İbranice Eloim) olarak söz etmesiyle tanımlanan metne E dendi. Hukukla ilgili konuların anlatıldığı bölümlerin büyük çoğunluğunu içeren, kahinlerin yapması gereken şeylere yoğunlaşan, üçüncü ve en uzun metne ise (İngilizce priest sözcüğünden hareketle) P dendi. Ve yalnızca TESNİYE kitabında bulunan kaynak ise (bu kitabın İbranice adı olan Devarim ya da İngilizce adı olan Deuteronomy’den hareketle) D olarak adlandırıldı. Bu noktadaki sorun, bu dört metnin tarihçesinin nasıl ortaya çıkartılacağıydı.
İlk adım, bu kitapların yazılma düzenini belirlemeye çalışmaktı. Bu yaklaşım, ondokuzuncu yüzyıl Almanyası’nda baskın olan, medeniyetlerin tarihsel gelişimine ilişkin Hegelci görüşleri yansıtıyordu. On dokuzuncu yüzyılda iki kişi göze çarpar. Bu kişiler soruna oldukça farklı yöntemlerle yaklaşmış, ancak birbirini tamamlayan sonuçlara ulaşmıştır. Bunların ilki, Karl Heinrich Graf, Kitabı Mukaddes metinlerindeki göndermelerden hareket ederek mantıksal olarak hangi metinlerin önce, hangilerinin sonra gelmesi gerektiğini tespit etmeye çalıştı. İkinc araştırmacı, metinleri dinin erken dönemlerini mi geç dönemlerini mi yansıttıkları yönünde ipuçları bulmak için inceleyen ve böylece kadim İsrail dinini gelişim tarihini ortaya çıkartmaya çalışan Wilhelm Vatke’ydi.
Graf, J ve E metinlerinin Kitabı Mukaddes hikayelerinin en eski versiyonlarını sunduğu sonucuna ulaştı, çünkü bu kaynaklar ( ve diğer erken dönem Kitabı Mukaddes yazıları) diğer metinlerde ele alınan meselelere değinmiyordu. D, J ve E’den sonra yazılmıştı, çünkü tarihin daha sonraki dönemlerinde meydana gelen gelişmelerle ilgili bilgi sahibiydi. Ve P, yani hikayenin kahinler versiyonu ise en son yazılan kaynaktı, çünkü peygamberlerin kitapları gibi Kitabı Mukaddes’in daha önceki kısımlarında bilinmeyen bir dizi konudan söz ediyordu. Bu esnada Vatke ise J ve E’nin, İsrail dininin gelişiminde oldukça erken bir aşamayı, onun esasında bir tabiat/üretkenlik dini olduğu zamanları yansıttığı sonucuna ulaştı. D’yi, dinsel gelişmenin orta aşamasını, İsrail inancının manevi/ahlaksal bir din olduğu zamanları, kısacası İsrail’in büyük peygamberleri dönemini yansıtan bir metin olarak değerlendirdi. P metninin ise İsrail dininin son aşamasını, kahinlere, kurbanlara, ibadet ve yasaya dayanana kahinlik dini aşamasını yansıttığını düşünüyordu.
Vatke’nin İsrail dininin gelişim aşamalarını, Graf’ın ise Pentatök’ün kaynaklarının gelişimini yeniden inşa etme girişimleri aynı sonuca ulaşıyordu. Yani, dinsel yasaların büyük bir kısmı ve Pentatök’teki hikayelerin çoğu- Musa tarafından yazılmak şöyle dursun- Musa dönemindeki hayatın bir parçası olamazdı; hatta bu metinler İsrail kralları ve peygamberleri dönemindeki yaşamın bile parçası değildi. Bu metinler, Kitabı Mukaddes döneminin sonralarına doğru yaşamış bir kişi tarafından yazılmıştı. Yine de Graf ve Vatke’nin düşünceleri yüz yıl boyunca ‘Kitabı Mukaddes çalışmaları’ alanına egemen oldu ve bu esasen tek bir adamın çığır açıcı eseri sayesinde geçekleşti- bu adam Wellhausen’di.
Julius Wellhausen (1844-1918), Kitabı Mukaddes’,n yazarının kim olduğuna ilişkin araştırmalarda ve genel olarak ‘Kitabı Mukaddes çalışmaları’nda etkili bir kişilik olarak karşımıza çıkar.
Wellhausen, Kitabı Mukaddes’in yazarlarını tespit etmeye yönelik girişimin tarihinde özel bir yerdedir. Bu tarihsel süreçte onun katkısı başlangıcı değil sonu oluşturmaktadır. Wellhausen’in söylemek durumunda kaldığı şeylerin çoğu, kendisinden öncekilerin söylediklerinden alınmıştı, ancak Wellhousen’in katkısı kendisine ait pek çok araştırma ve çıkarımla destekleyerek açık ve düzenli bir sentez içinde kendinden önceki tüm unsurları bir araya getirmesiydi.
Wellhausen, Vatke’nin İsrail dininin üç aşamalı gelişimine ilişkin şemasını ve Graf’ın, kaynaklarını üç farklı dönemde yazıldığına ilişkin keşfini kabul etti. Sonra bu iki tabloyu bir araya getirdi. J ve E’deki hikayeleri ve yasaları inceledi ve bunların, dinin tabiat/üretkenlik aşamasındaki yaşamı yansıttığını ileri sürdü. TESNİYE’deki (D) hikaye ve dinsel kurallarıni dinin manevi/hukuk aşamasından geldiğini kanıtlamaya çalıştı. Metnin, dinin bir dizi temel niteliğini- ruhban sınıfının özellikleri, kurban çeşitleri, ibadet yerleri ve dinsel bayramlar- naıl yansıttığını inceleyerek, her bir kaynağın metni aracılıyla her bir aşama ve dönemin karakterini tespit etti. Yalnızca Pentatök’ün beş kitabında değil, Kitabı Mukaddes’in tarihe ve peygamberlere ilişkin diğer kitaplarındaki em yasalarla ilgili hem de anlatısal bölümleri de belirledi. Sonuçta sunduğu bilgiler uygun, anlaşılır, ve oldukça etkiliydi, her şey bir yana bu sunum hayli güçlü bir yapıya sahipti, çünkü yalnızca alışılmış kriterler (tekrarlanmalar, çelişkiler vb.) yardımıyla kaynakları birbirinden ayırmıyordu. Bu kaynaklar ile tarih arasında bir bağlantı kuruyordu. Böylece onların nasıl geliştiğini açıklayabilecek güvenilir bir çerçeve oluştu. Dolayısıyla Wellhausen’in modeli, neden farklı kaynakların var olduğu sorusuna yanıt verebilmeye başladı. Bu aşamada tarihsel ve edebi çözümlemeler başarıyla bir araya getirildi ve bu çalışma alanı ilk kez kabul görmeye başladı. Kaynak metinlerin bir ayara getirilmesine ilişkin bu model, Metin Hipotezi olarak bilinir. Metin Hipotez o günden beri söz konusu alanda egemenliğini sürdürmektedir. Bugün eğer bu fikirlerle bir uyuşmazlığınız varsa Wellhausen’le var demektir. Eğer yeni bir model ortaya koymak istiyorsanız, bunun açıklama gücünü Wellhausen’ninkiyle karşılaştırmalısınız.
Günümüde Durum
Bu alanda yapılan yeni araştırmalara yönelik dinsel muhalefeti on dokuzuncu yüzyıl boyunca devam etti. William Robertson Smith’in çalışması sayesinde İngilizce konuşan ülkelerde tanındı. Smith, ansiklopedide makaleler yazdı ve Wellhousen’in makalelerini orada yayımladı. Sapkınlık suçlamasıyla yargılanıp beraat etmesine rağmen, kürsüdeki görevinden uzaklaştırıldı.
Bütün bunlara karşın yirminci yüzyılda bazı şeyler değişmeye başladı. Katolik Kilisesi’nde bu araştırmalara karşı asırlardır süren bir muhalefet vardı, ancak 1943 yılında Para XII. Pius’un piskoposlara gönderdiği Divino Afflante Spiritu adlı Papalık tebliği büyük bir dönüm noktası oldu. Bu mektup, “Kitabı Mukaddes’e ilişkin bilgilerin gelişimi için bir Magna Carta” olarak görüldü. Papa, bilim adamlarını, Kitabı Mukaddes yazarları hakkındaki bilgilerin peşine düşmeleri için cesaretlendiriyordu, çünkü bu yazarlar “Kutsal Ruh’un yaşayan ve düşünen araçları…”ydı. Dünyada pek çok büyük üniversitede bu konuda dersler verilmektedir.
Geçen kuşağa kadar, bilimsel çevrelerde Metin Hipotezi’nin doğruluğunu tartışan tutucu Hıristiyan ve Yahudi bilim adamları vardı. Günümüzde ise bu konu üzerinde çalışıp da Musa’nın Beş Kitabı’nın Musa tarafından yazıldığını iddia edecek bir bilim adamı- ya da herhangi birini- bulmak hayli zordur. Bilim adamları artık Kitabı Mukaddes’in herhangi bir kitabının kaç farklı yazar tarafından yazıldığını tartışıyor. Değişik metinlerin hangi dönemde yazılıdığını ve belli bir ifadenin hangi kaynağa ait olduğunu tespit etmeye çalışıyorlar. Kitabı Mukaddes üzerine eğitim alan hiçbir ciddi öğrenci Metin Hipotezi’ni öğrenmeden eğitimine devam edemez ve Kitabı Mukaddes’ten elde edilen kanıtlarla sunulan hiçbir açıklama hipoteze meydan okuma noktasına gelememiştir.
Ancak üniversite yıllarımda metin üzerinde çalıştıkça gördüm ki hangi soruyu sorarsam sorayım sonunda Kitabı Mukaddes’in yazarı sorunuyla karşılaşıyordum.
Eğer edebi bir sorun üzerinde çalışsaydım, metnin bir hikayeyi, niçin başka bir tarzda değil de bu şekilde anlattığını öğrenmek isterdim.
Eğer ahlaksal bir mesele üzerinde çalışsaydım, metnin niçin “şunu yap, bunu yapma” dediğini bilmek isterdim.
Eğer üzerinde çalıştığım teolojik bir mesele olsaydı, metnin neden bu türden bir Tanrı portresi çizdiğini bilmek isterdim.
Belki de en ciddi sorunları tarihsel meseleler çerçevesinde sorardım. Eğer biri, Kitabı Mukaddes anlatılarının tarihsel niteliğiyle ilgileniyorsa, yazarın ne zaman yaşadığını bilmesi gerekir.
Bu kitapta yeni olan hususlar özellikle şunlardır:
• Kitabı Mukaddes’in yazarlarının kim olduğu konusunda daha kesin bilgiler vermek istiyorum.
• Farklı yazarlar arasındaki ilişkilere ışık tutmak istiyorum.
• Bütün metinlerin tek bir kitap halinde bir araya gelmesini sağlayan olaylar silsilesini daha da aydınlatmak istiyorum.
• En azından Kitabı Mukaddes yazarlarından birinin kimliği, ne zaman yaşadığı ve niçin yazdığı konusunda hakim düşünceyi değiştirmek istiyorum.
• Kitabı Mukaddes hikayelerini ele alırken, her bir hikayenin neden söz konusu biçimde ortaya çıktığını ve bu hikayelerin, yazıldığı tarihsel dönemle ilişkisini göstermek istiyorum.
Bu konuda atılacak ilk adım, Kutsal Kitap anlatısının hangi bölümlerinin belirli dönemler için tarihsel olarak güvenilir olduğunu belirlemeye gayreti içinde, arkeolojik kanıtlara ve Kitabı Mukaddes’in tarihle ilgili kitaplarının mümkün olan en titiz okumasına dayanarak Kitabı Mukaddes’te anlatılan dünyayı olabilecek en geniş biçim içinde resmetmektir. Sonraki adım, Kitabı Mukaddes yazarlarını ilgili oldukları dönemlere yerleştirmek ve tarihin bu döneminde yaşayan kişilerin ve meydana gelen olayların, Kitabı Mukaddes’in ortaya çıkışı biçimini nasıl etkilediğini görmektir. En son adımda, başlangıçta beni çok ilgilendiren soruna dönebiliriz: bu bulguların, günümüzde insanların Kitabı Mukaddes’i anlamaları, ona değer vermeleri ve onu kullanmaları açısından etkilerini keşfemek.
BİRİNCİ BÖLÜM
KİTABI MUKADDES’İ YARATAN DÜNYA (MÖ 1200-722)
Ortam
Monarşinin Ortaya Çıkışı
Davut’un Yükselişi
Davut’un İmparatorluğu
Kraliyet Ailesi
Süleyman’ın İmparatorluğu
Ülkenin İkiye Bölünmesi
İsrail ve Yahuda
Kral Yarovam’ın Kahinleri
İsrail Krallığı’nın Yıkılması
İKİNCİ BÖLÜM
YAHVİST VE ELOİST METİNLER (J ve E)
Kitabı Mukaddes’i kimin yazdığını bulmaya çalışan üç araştırmacı, birbirlerinden bağımsız olarak aynı şeyi keşfetti. Bu üç araştırmacıdan biri papaz, biri hekim ve bir diğeri ise profesördü. Her birinin yaptığı keşifler nihayetinde iki kanıtın bir araya gelmesiyle özetlenebilir: “tekrarlanma”lar ve Tanrı’nın adları. Araştırmacılar, yalnızca sürekli kendini tekrar eden bir kitap ya da oldukça benzer hikayelerin dağınık bir içimde bir araya getirildiği bir derlemeyle karşı karşıya olmadıklarını gördüler. Böylece iki ayrı eserin söz konusu olduğunu ve birinin bu eserleri derleyip tek bir eser olarak bir araya getirdiğini keşfettiler.
Kaynakların Keşfi
Birçok keşfe imza atan üç kişiden ilki Henning Bernhard Witter adında bir Alman papazdı ve keşfini 1711 yılında gerçekleştirdi.
İkinci araştırmacı ise Fransız tıp profesörü ve XV. Louis’in saray hekimi olan Jean Astruc’tü. Astruc bulgularını yetmiş yaşındayken Brüksel’de ve 1753 yılında da gizli olarak Paris’te imzasız bir biçimde yayımladı.
Ancak bir bilim adamı olan üçüncü bir kişi de aynı keşfi yapıp 1780 yılında bunu yayımlaynca dünya artık bunu göz ardı edemez oldu. Bu üçüncü şahıs, Almanya’da iyi tanınan ve saygı duyulan bir bilim adamı ve aynı zamanda bir papazın oğlu olan Johann Gottfried Eichhorn’du. Eichhorn, ilahi Tanrı olarak anan hikayeler grubunu “E” diye tanımladı, çünkü bu metinlerde Tanrı için İbranice EL veya Eloim sözcükleri kullanılmıştı. Tanrı’yı Yahve olarak adlandıran hikayeler grubunu ise “J” şeklinde tanımladı (çünkü Almanca’da J. Y gibi telaffuz edilmektedir).
Kitabı Mukaddes’te anlatılan erken dönem tarihinin, iki farklı kişinin yazdığı birbirinden farklı iki eserin birleştirilmesiyle oluşturuduğu düşüncesi yalnızca oksekiz yıl varlığını sürdürebildi. İnsanlar bu düşüncenin Kitabı Mukaddes ve din için ne gibi sonuçlar doğuracağını tam anlamıyla düşünme fırsatı bile elde edemeden, araştırmacılar Kitabı Mukaddes’in ilk beş kitabının iki yazar tarafından yazılmadığını keşfetti –aslında dört yazar söz konusuydu.
E’nin bir değil iki kaynak olduğu anlaşıldı. Bu kaynaklar Tanrı’yı Yahve olarak değil de Eloim şeklinde adlandırdıkları için tek bir kaynak gibi görüşmüştü. Ancak araştırmacılar, Tanrı’yı Eloim şeklinde adlandırılan bu hikaye grubu içinde de bazı “tekrarlanma”ların olduğuna dikkat çektiler. Bu grup içinde de üslup, dil ve ilgi farklılıkları bulunmaktaydı. Kısacası J ve E’nin keşfedilmesini sağlayan türden kanıtlar, şimdi de E’nin içinde saklı olan üçüncü bir kaynağın keşfedilmesini sağlamıştı. İlgi farklılıkları çok şaşırtıcıydı. Bu üçüncü hikaye dizisi özellikle kahinlerle ilgiliydi. Kahinlere ilişkin hikayeleri, onlara ilişkin dinsel kuralları, ibadetler, kurban, tütsü yakılması ve temizlikle ilgili meseleleri içeriyor, zamanlar, sayılar ve ölçülerle ilgileniyordu. Bu nedenle söz konusu kaynak Kahinler Metni, -kısaca P- olarak anılmaya başladı.
J,E ve P kaynakları, Musa’nın Beş Kitabı’nın ilk dört kitabı – TEKVİN, ÇIKIŞ, LEVİLİLER ve SAYILAR- boyunca yayılmış ve bir bütünlük içinde ilerler biçimde bulunuyordu. Ancak son bölümlerdeki birkaç satır dışında beşinci kitapta, yani TESNİYE’de, bu üç kaynağa ilişkin hemen hemen hiçbir iz yoktu. TESNİYE diğer dört kitaptan tamamıyla farlık bir üslupta yazılmıştı. Bu farklılıklar tercümelerde bile açıkça görülebilir. Kullanılan sözcük dağarcığı farklıdır. Bir dizi tekrarlanan açıklama ve gözde ifadeler vardır. TESNİYE’de ilk dört kitabın bütün bölümlerinin bir tekrarı yer alır. Ancak ilk dört kitap ile TESNİYE arasında açıkça görülen çelişkiler de bulunmaktadır. Hatta On Emir’in bazı bölümleri bile farklıdır. Bu nedenle TESNİYE bağımsız ve dördüncü bir kaynak olarak görüldü ve D şeklinde adlandırıldı.
Her Kaynak Kendi Dilini Kullanıyor
Bir hikayenin kendi içinde devamlılığı olan iki ayrı hikayeyle bölünebilmesinin mümkün olması bile başlı başına dikkat çekici bir durumdur ve bu, Metin Hipotezi için güçlü bir kanıttır. Bu görüngünün ne kadar etkileyici olduğunu görmek için yapılması gereken tek şey, söz konusu ikiye ayırma işlemini başka bir kitaba da uygulamaya çalışmaktır. Bu durumu böylesine güçlü kılan şey, her bir hikayenin ısrarla kendi dilini kullanmasıdır.
Keşfin Eşiğinde
Dört ayrı ve kendi içinde tutarlı metnin bulunduğuna ilişkin keşif, “Metin Hipotezi” olarak anılmaya başlandı. Bu süreç aynı zamanda “Üst Eleştiri (Derin Tenkit)” şeklinde de adlandırıldı. On sekizinci yüzyılda üç kişinin fikri olarak başlayan şey, on dokuzuncu yüzyılın sonunda Kitabı Mukaddes’e dair araştırmalar üzerinde egemen oldu.
Bakış açısına bağlı olarak ya oldukça ileri ya da gerçekten ziyadesiyle yetersiz olan bu aşamaya ulaşmak için ipuçlarının birleştirilmesi yüzyıllar almıştı. Bir yandan yüzyıllar boyunca kimse Beş Kitap’ın yazarının Musa olduğuna ilişkin benimsenmiş geleneğe muhalefet etmemişti. Şimdiyse dindar olarak bilinen kişiler bile Musa’nın yazar olmadığını söyleyebiliyor ve yazabiliyorlardı. Araştırmacılar, Kitabı Mukaddes’in ilk beş kitabını yazan en azından dört kişiyi tespit edebilmişlerdi. Ayrıca redaktör olarak bilinen oldukça yetenekli bir derleyen de söz konusuydu. O, söz konusu birbirinden ayrı metinleri, devamlılığı olan bir anlatı oluşturacak biçimde tek bir eser çatısı altında birleştirme ve düzenlemeye muktedir biriydi.
Öte yandan Kitabı Mukaddes’in kökenlerini araştıran bu kişilerin ulaştıkları nokta yalnızca keşfin eşiği niteliğindeydi.
İki Ülke, İki Yazar
Özellikle J’nin yazarı Yahudalı, E’nin yazarı ise İsrailli’ydi. Kitabı Mukaddes’in ilk beş kitabında Tanrı’nın farklı adlarının sıralanmasında şüphe uyandıran bir şey vardır. İki farklı ad, yani Yahve ve Eloim, “tekrarlanma”nın söz konusu olduğu hikayenin iki versiyonunun her birinde düzenli bir şekilde sıralanmaktadır. Eğer Eloim (E) hikayeleri ile Yahve (J) hikayelerini birbirinden ayırırsak, E hikayelerinin İsrail’le J hikayelerinin ise Yahuda’yla ilişkisi olan biri tarafından yazıldığını gösteren tutarlı ipuçları elde edeceğiz.
J Yahuda’dan, E İsrail’den Gelir
İlk olarak hikayelerin geçtiği yerler meselesi karşımıza çıkar. TEKVİN kitabında, Tanrı’yı Yahve olarak adlandıran hikayelere göre, İsrailliler’in atası olan İbrahim, Hevron’da yaşamıştır.Ancak Tanrı’yı Eloim diye adlandıran bir hikayede, İbrahim’in torunu olan Yakup, sonradan Tanrı ( ya da olasılıkla melek ) olduğu ortaya çıkan biriyle yüz yüze güreşir ve Yakup, bu olayın meydana geldiği yere (“Tanrı’nın Yüzü” anlamına gelen) Peniel [ ya da “Yüzünüzü Tanrı’ya Dönün” anlamına gelen Penuel] adını vermektedir. Peniel [ ya da Penuel], Kral Yarovam’ın İsrail’de kurduğu bir şehirdi.Hem J hem de E, Yerovam’ın inşa edilip İsrail’in başkenti yaptığı Şekem şehriyle ilgili hikayeler anlatır. Ancak iki hikaye grubu arasında bir hayli fark vardır.İsrail, Şekem’i nasıl ele geçirdi? E yazarı bu şehrin satın alındığını, J yazarı ise katliam sonucu zapt edildiğini söyler.
Kabilelerin Kökenleri
Yakup’un oğullarının ve torunlarının –ki bunların her biri, bir kabilenin atası olacaktır- doğuşuyla ilgili hikayelerde, çocuklara ad verilirken genellikle Tanrı’ya müracaat edilir. Şu kişilere ait hikayelerde Eloim’e dua edilir.
Dan
Naftali
Gad
Aşer
İssakar
Zevulun
Efrayim
Manaşşe
Benyamin
Kısacası Eloim grubu hikayeler, İsrail’in bütün kabilelerinin adlarını içerir. Yahve adını kullanan hikayeler grubunda ise şu kişilerden söz edilir.
Ruben
Şimon
Levi
Yahuda
Buradaki ilk üç ad, topraklarını kaybeden ve diğer kabileler içine karışıp kaybolan kabilelerin adlarıdır. Yahve sözcüğünün kullanıldığı anlatıda sıralanan kabileler arasında toprağını koruyabilen tek kabile Yahuda’dır.
Hikayelerden Çıkarılan Kanıtlar
J hikayelerinin coğrafi arkaplanı Yahda’nın kentleri ve bölgelerine uygun düşer. E hikayelerindeki kentler ve bölgeler ise İsrail’dekilerle uyuşmamaktadır. Hikayelerde görülen diğer ayrıntıların da bu resme her zaman uyduğu görülmüştür.Hem J hem de E, Yusuf hikayesinin birer versiyonunu içerir. Her iki kaynakta da Yusuf’un kardeşleri onu kıskanır ve öldürmek için plan yapar, ama kardeşlerinden biri Yusuf’u kurtatır. E’de Yusuf’u kurtaran, kardeşlerin en büyüğü olan Ruben’dir. Buna karşın J’de Yusuf’u kurtaran Yahuda’dır.Yakup’un ölüm döşeğindeki ahtiyle ilgili E hikayesinde İbranice bir sözcük oyunu yapılmıştır.J hikayeleri de, krallığın ikiye bölünmesinin ardından Yahuda’nın ilk kralı olan Rehavam’ın adı üzerinde bir sözcük oyunu yapmaktadır. Bir E hikayesine göre Yusuf ölüm döşeğindeyken son bir dilekte bulunur ve kemiklerinin gömülmek üzere bir gün memleketine götürülmesini ister. Mısır’dan çıkışı anlatan E hikayesinin sonunda İsrailliler Yusuf’un kemiklerini yanlarında götürür. Yusuf’un gömülmesi meselesi yalnızca E’de işlenen bir konudur. Hem J’de hem de E’de, ulusun Mısır’daki esaretine ilişkin hikayeler vardır. J kaynağı, köleleri denetleyen Mısırlıları, “angaryacılar [vergi memurları]” olarak adlandırırken, E’ye ait gibi görünen bir bölümde bu kişiler “missim memurları” şeklinde adlandırılır. E’de, Musa’nın en sadık yardımcısı Yeşu’dur. Ancak öte yandan J’de Yeşu’nun hiçbir rolü yoktur. Bütün bu kanıtlardan çıkarılabilecek birikimsel ve tutarlı sonuç şudur: (1) İlk araştırmacılar J ve E adında iki kaynağın bulunduğu konusunda haklıydılar. (2) J’yi yazan kimse özellikle Yahuda Krallığı’yla ilgileniyordu; E’yi yazan kimse ise özellikle İsrail Krallığı ile ilgileniyordu.
İkizler
İbrahim’in oğlu İshak, Rebeka’yla evlenir ve Rebeka ona ikiz erkek çocuk doğurur. Annesinin rahminden ilk çıkan Esav’dır. İkinci doğan ise Yakup’tur.
Rahminde iki ulus var,
Karnından iki ayrı halk{hükümdarlık} çıkacak [çıkıp ayrılacak];
Biri sürekli diğerinden güçlü olacak[güç sürekli birinden diğerine geçecek]
Ve büyük olan, küçüğüne hizmet edecek.
Rebeka’yla küçük çocuğunun torunlarının, büyük çocuğunun torunlarına üstün olacağına ilişkin vahiy niçin geldi? Çünkü Davut yönetimindeki genç İsrail-Yahuda Krallığı, yaşlı Edom Krallığı’nı mağlup etti ve iki yüz yıl ona egemen oldu. Niçin Yakup, ilk doğum hakkını (mirasta iki hisse) ve mübarek kılınmayı(refah ve hakimiyet)[behora ve behara’yı] aldı? Çünkü İsrail-Yahuda Krallığı, Edom’dan daha zengin bir halde geldi ve Edom’u hakimiyeti altına aldı. Niçin Esav/Edom’a “Onun boyunduruğunu kırıp atacaksın” şeklinde bir beraha verildi? Çünkü Edom, sonuçta, Yahuda kralı Yehoram döneminde (MÖ 848-842) bağımsızlığını elde etti. Bu hikayelerin hepsi ya tanrıyı Yahve olarak anmakta ya da J’nin bir parçası olduğunu gösteren başka işaretler sergilemektedir. Esav/Edom’la ilişkilere dair olan bu hikayeler niçin E’de yer almadığı halde J’de bulunmaktadır? Çünkü J, Yahuda’dan gelmektedir. Yahuda, Edom’un sınır komşusudur, İsrail’in ise Edom’la bir sınırı yoktur. Bu hikayelerin ayrıntıları bütün yönleriyle tarihsel kayıtlara uymaktadır. J’nin yazarı, kendi halkının atalarına ilişkin hikayeleri, yaşadığı dünyadaki durum ve olayları açıklamaya ve haklı çıkamaya çalışan bir gözle yazılmıştır. Onun görevi daha çok, bildiği dünyanın siyasal ve sosyal gerçeklerini yansıtan ve açıklayan bir hikaye oluşturmaktı. Yakup ve Esav’ın hikayelerini okuyan herkes yazarın ne kadar başarılı olduğunu görebilir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İKİ KRALLIK, İKİ YAZAR
Kitabı Mukaddes hikayeleri, yazarlarının kimliğini tespit etmek için bize ipuçları zinciri sunduklarını ve aynı zamanda bu kadim dünyaya açılan pencereler olduklarını kanıtlamışlardır. J hikayeleri, yazarının yaşadığı zaman ve mekanın koşullarını ve yazarın nelere ilgi duyduğunu bize yansıtmaktadır.
J ile E Arasındaki Benzerlikler
J ile E arasında neden bu kadar çok benzerliğin olduğu sorusu hala yanıtlanmayı beklemektedir. Bu iki kaynak genellikle benzer hikayeleri anlatır. Büyük ölçüde aynı karakterle ilgilenir. Aynı terminolojiyi paylaşır. Kullandıkları üslup o derece birbirine benzer ki, yalnızca üsluplarına bakarak bu iki metni birbirinden ayırmak asla mümkün olmaz.
Bunun olası açıklamalarından biri, bu iki kaynaktan birinin diğerine dayanmasıdır. Örneğin belki de J, kutsal ulusal geleneklerle ilgili Yahuda Saray metniydi ve bu nedenle kuzeydeki Levililer, kendi ulusal metinlerini yazma ihtiyacı duydular; çünkü böylesi bir metin olmadan meşru bir krallığın var olması mümkün değildi. Ya da belki de E metni daha önce ortaya çıkmıştı ve Yahuda Sarayı kendi versiyonunu oluşturma gereği hissetti, çünkü örneğin
E’nin Harun’u işleyiş biçimi rahatsız ediciydi. Sonuçta E hikayelerinin Yahuda’da hoş karşılanması pek çok bakımdan mümkün değildi ve yahuda Krallığı’nı destekleyen J hikayelerinin de İsrail’de sevilmesi oldukça zordu. Krallıklardan birinde versiyonların birinin ortaya çıkması, olasılıkla diğer krallıkta farklı bir versiyon yazılmasına neden olmuştu.
Üslup konusuna gelince, ilk önce kutsal ulusal geleneklere dayanan bir versiyon metin olarak ortaya kondu; ikinci, yani alternatif versiyonun yazarı onun üslubunu bilinçli olarak (ya da belki de bilinçsizce) taklit etmeye niyet etmiş olmalıdır. Eğer o dönemde insanların zihninde ilk versiyonun üslubunun, kutsal geleneğin anlatılması konusunda uygun, resmi ve alışılmış dil olduğu düşüncesi yer ettiyse, ikinci versiyonun ikgisi de bu anlatım tarzını korumaya yönelik olacaktı.
J ile E arasındaki üslupsal benzerlikle ilgili bir diğer olası açıklama, J’nin E’ye ya da E’nin J’ye dayanmasından çok, her iki kaynağın da kendilerinden önce mevcut olan ortak bir kaynağa dayanmış olabileceğidir. Yani J ve E’nin yazarlarının çalışmalarının temeli olarak yararlandığı, patriyarklar, çıkış ve benzeri gibi konularla ilgili eski ve geleneksel bir hikayeler dizisi vardı. Böylesi bir özgün hikayeler dizisi ya sözlü ya da yazılı olarak aktarılan bir koleksiyon olmalıydı. Sonuçta İsrail ve Yahuda krallıkları kurulduktan sonra J ve E’nin yazarları bu koleksiyonu kendi ilgi ve amaçları doğrultusunda uyarladı.
Yazarların Sayısı
Öncelikle yanıtlanmayı bekleyen soru onların gerçekten de iki kişi olup olmadığıdır. Şimdiye kadar onları ayrı birer kişi olarak kaul ettim ve J’nin yazarı ve E’nin yazarı biçiminde onlardan söz ettim. Bazı bilim adamları, J ve E’yi bireylerin değil de, grupların ürettiğini düşünmektedir. J ve E’nin her biri bana uyumlu ve tutarlı bir metin olarak görünüyor. Elbette bir editör, metnin bazı yerlerine bir sözcük veya bir deyim ya da ir cümle eklemiş olabilir ve yine E ya da J yazarı bazen başka bir yerden aldığı metni olduğu gibi eserine koymuş olabilir. Bence bütün J ve E anlatılarının daha küçük birimlere ayrılması gerekli değildir.
Yazarların Cinsiyeti
E’nin yazarının bir erkek olduğunu neredeyse kesin bir şekilde söyleyebiliriz. Bu yazarın, Şilo’nun Levili kahinleriyle ne kadar güçlü bir bağının olduğunu görmüştük. Kadim İsrail’de kahinlik kesinlikle erkeklere ait bir görevdi. J’nin yazarı hakkında karar vermek ise daha zordur. Yahuda sarayında ortaya çıktığında –veya en azından bu sarayın ilgilerini yansıttığına- göre J metni hem erkeklerin hem de kadınların belirli bir konuma sahip olduğu bir çevreden gelmektedir. Bunlar elbette doğrudan J’nin yazarının bir kadın olduğunu göstermez. Ancak yazarın erkek olduğunu hiçbir şekilde çabucak kabul edemeyeceğimiz anlamına gelir.
Yazarlar Ne Zaman Yaşadı
Bu iki yazar hangi diliminde yaşadı ve yazdı? J anlatıları Şimon ile Levi’nin dağılmasına gönderme de bulunduğuna göre, ancak diğer kabilelerin dağılmasından ve sürgünden söz etmediğine göre, bu metnin Asurlular’un İsrail’i yıkıp halkını sürgün ettikleri MÖ 722 yılından önce yazıldığı hemen hemen kesintidir. J’nin, Davut ya da Süleyman’ın krallıkları gibi erken bir dönemde yazılmış olması da akla yatkın bir iddiadır, ancak Ahit Sandığı ve dökme ilahları yasaklayan emirlerin önemine yapılan vurgu nedeniyle J, İsrail Krallığı’na karşı yazılmış bir polemik eser gibi görünmektedir. Bu da J’nin, krallığın ikiye ayrılmasından sonra oluşturulduğu anlamına gelir. E’nin yazarı ise, MÖ 922-722 yılları arasında eserini yazmış olmalı. Bu süreyi daha da daraltmak oldukça zor. Burada en önemli nokta, hem J hem de E’nin, Asurlular’ın İsrail’i yıkmasından önce yazılmış olmasıdır.
J ve E’nin Birleştirilmesi
J ve E’nin birleştirilmesinden sorumlu olan kişi veya kişilerin, neden bu iki kaynaktan birini dışlayıp diğerini kabul etmekle yetinmediği sorulabilir. Neden E ya da daha olası olan J geçerli metin olarak kabul edilip diğer versiyon reddedilerek görmezden gelinmedi? Çünkü J ve E’nin ayrı ayrı korunması büyük bir olasılıkla her ikisinin de inandırıcılığını yok edecekti. Eğer aynı kapak altında J ve E yan yana bulunsaydı, farklı versiyonları ortaya çıkaran ikili tarihi hatırlatan bir unsur olacaktı. Bu da her iki metnin inandırıcılık niteliğini azaltacaktı. Kısacası J ve E’nin yazılması gibi, bir araya getirilmesi de, dönemin siyasal ve sosyal gerekçeleriyle oldukça bağlantılıdır. Bu iki eserin birleştirilmesi, iki toplamın, ayrılmalarından iki yüz yıl sonra birleştirilmesi (daha doğrusu yeniden birleşmesini) yansıtmaktadır. J ve E’yi kimin yazdığı konusunda keşfedilecek daha çok şey var. Hala yazarların tam olarak ne zaman yaşadıklarını ve adlarını bilmiyoruz. Ama bence bildiğimiz şeyler daha önemli. Onların yaşadığı dünya ve bu dünyanın bize hala zevk veren ve eğitici bu hikayeleri nasıl ortaya çıkardığı hakkında bilgilere sahibiz. Yine de yazarlar hakkında daha detaylı malumata sahip olmadan tam olarak tatmin olmayabiliriz.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
KİTABI MUKADDES’İ YARATAN DÜNYA (MÖ 722-587)
DEĞİŞİM
Asur imparatorluğu 722 yılında İsrail Krallığı’nı yıktığında, J ve E’yi yaratan dünya da sonsuza dek yok oldu. Kardeşsiz, yoldaşsız ve rakipsiz kalan Yahuda da değişti. Siyasal değişim, iktisadi, sosyal ve her zaman olduğu gibi dinsel değişim anlamına geliyordu. Dolayısıyla Kitabı Mukaddes’in sunuluş biçiminde de bazı değişiklikler olacaktı.
Öyle görünüyor ki, Kitab-ı Mukaddes’te anlatılan dönüm noktaları felaketlerdir. Yalnızca bu bölümde anlatılan tarihsel buhranlar, 722’de İsrail’in, 587’de de Yahuda’nın yıkılmasıdır. Belki de bu felaket algısını anlamak bize modern tarihçilerin Kitab-ı Mukaddes’te anlatılan dünyaya dair sunabilecekleri kavrayıştan daha fazlasını verir. Ya da bize belki de Kitab-ı Mukaddes’in şekillenmesinde büyük tarihsel buhranların çok önemli roller üstlendiğini anlatır. Her ne olursa olsun 722-587 yılları arasında kalan dönemin felaketlere dolu olduğunu belirtmeliyiz. Bu döne, güçlü kişilerin ve önemli olayların ortaya çıktığı, büyük imparatorlukların yükselip yıkıldığı bir dönemdi. Bu süreçte özellikle Hizkiya ve Yoşiya’nın hükümdarlıkları zamanında olduğu gibi, umut ve hayallerin yeşerdiği anlar da oldu. Bu dönemde İyaşa, Yeremya,ve Hezekiel’i ortaya çıkardı. Birbirine düşman imparatorlukların, isyanların, zulüm ve zorbalıkların hüküm sürdüğü bu dönemde bir kişi şöyle bir yer düşlüyordu:
İnsanlar kılıçlarını çekiçle dövüp saban demiri,
Mızraklarını bağcı bıçağı yapacaklar.
Bir ulus başka bir ulusa kılıç kaldırmayacak,
Savaşmayı öğrenmeyecekler artık.
Böyle bir çağda ve bu kişiler ve olaylar arasında yaşayan Kitabı Mukaddes yazarının, krallarını, halkını ve Tanrısını ele alış tarzı ile Davut, Süleyman ve Yarovam döneminde bu konularda kalem oynatan yazarların üslubu elbette farklı olacaktı. Bu dönemde yaşayan bir yazar, Musa’nın yazdığı zamandan kendi yaşadığı günlere kadar olan İsrail tarihini bir araya getirdi. Tıpkı J ve E’nin yazarı gibi,bu yazarın içinde yaşadığı dünya da yazarın hikayesini ve üslubunu etkiledi.
BEŞİNCİ BÖLÜM
KRAL YOŞİYA’NIN SARAYINDA
Mabet’te Bulunan Kitap
MÖ 622 yılında Kahin Hilkiya’nın bulunduğunu söylediği kitap TESNİYE’ydi.
Tesniye Müstakil Bir Kitap Değildi- Tesniyeci Tarihe Giriş
Tesniye, Musa’nın ölümünden önce yaptığı veda konuşması olarak tanıtılır. Bu konuşma, vaat edilmiş ülkedeki Şeria Irmağı’nın hemen karşısında bulunan Moav ovalarında gerçekleşir. Musa ve halkı çölde kırk yıl dolaştıktan sonra buraya ulaşmıştır. Musa çölden geçen kırk yılın olaylarını yeniden değerlendirir ve onlara vaat edilmiş olan ülkede yaşayabilmeleri için yasa düsturları verir. Yeşu’yu halefi olarak tayin etti. Daha sonra vaat edilmiş ülkeyi görebileceği bir dağa çıktı ve orada öldü. buhikayeyiyazan kişinin kimliğini belirleyebilmenin ilk anahtarı,TESNİYE ile sonraki altı kitap- YEŞU, HAKİMLER, 1.SAMUEL ve 2.SAMUEL, 1.KRALLAR VE 2.KRALLAR- arasında var olan bir ilişkinin bilinmesidir. Bu altı kitap “ilk peygamberler” olarak bilinir.
1943 yılında Alman bir bilim adamı, Martin North, Tesniye ile ilk peygamberlerin bu altı kitabı arasında güçlü bir bağı olduğunu gösterdi. Tesniye’de ve söz konusu altı kitabın bazı parçalarında kullanılan dil rastlantı olmayacak kadar benzerdi. Noth bu kitapların, yazılarını serbestçe derlenmesiyle oluşmadığı, aksine başından sonuna kadar düşünülerek oluşturulmuş bir eser olduğunu ortaya çıkardı. Bu kitaplar –Tesniye ve sonrası altı kitap- İsrail halkının tarihi hakkında akıcı ve devamlılığı olan bir hikaye anlatılıyordu. Bu derleme tek bir kişi tarafında yazılmamıştı; farklı yazarların(Davut’un Saray Tarihi, Samuel’in hikayeleri ve benzerlerindeki gibi) kaleme aldığı değişik bölümler içeriyordu. Bununla birlikte eserin son şekli tek bir kişinin çalışmasıyla verilmişti. bukişi hem de editördü. Bu adam –ileride de göreceğimiz gibi yazar erkektir- kullanılmak istediği hikâyeleri ve diğer metinleri elinde bulunan kaynaklardan seçti. Kısaltılarak ya da bir takım ekleme yaparak metinleri düzenledi. Bazen kendi yorumunu da ekledi ve eserin başlangıcına tanıtıcı bölümler koydu. Sonuçta Musa’dan başlayan ve Yahuda’nın Kildanilerce yıkılmasına kadar uzanan bir hikaye oluşturdu. buadam için asıl kitap Tesniye’ydi. Tesniye yasaları, yazdığı tarihin temeli olarak kalacak şekilde bu eseri kaleme aldı. Noth bu yedi kitabını Tesniyeci Tarih olarak adlandırdı.
Noth’un analizi ve “Tesniyeci tarih” terimi araştırılmalar tarafından da geniş kabul gördü. Zira ele alınan vaka oldukça ciddiydi. İlk Peygamberler ’in birinci kitabı olan YEŞU, Tesniye’nin bırakıldığı yerden başlar. Yeşu, Tesniye’de ele alınmaya başlanan konuları derinleştirmekte ve ilk olarak Tesniye’de anlatılan olaylarla ilişki kurmaktadır. Yeşu, Hakimler, Samuel ve Krallar kitaplarındaki önemli parçalar, Tesniye’den alınan terminolojiyi kullanmakta ve Tesniye’deki bazı parçalara göndermede bulunaktadır.
Birinci Edisyon
Harvard Üniversitesi’nde Kitabı Mukaddes uzmanı olan Amerikalı Frank Moore Cross tarafından 1973 yılında ortaya atıldı. Ülkenin yıkılışını görmüş olan bir kişinin, bu ülkenin ebediyen korunacağına dair bir fikir geliştirilmesin mümkün olmayacağı sonucuna ulaştı ve Tesniyeci yazarı yıkılışından sonra ki tarihlerde aramanın yanlış olduğunu gösteren başka kanıtlara da dikkat çekti.
Cross, görünen bu çelişkilerin sebebinin, o dönemde Tesniyeci tarihinin iki edisyonun bulunması olduğu iddia etti. Özgün edisyon Kral Yoşiya döneminde yaşayan bir kişi tarafından yazılıştı. Bu, İsrail ulusunun tarihi hakkında olumlu ve iyimser bir hikayeydi. Davut’la yapılan ahdin korunmasına önem veriyor, krallığın Yoşiya liderliğinde gelişeceğine ve gelecekte de varlığını sürdüreceğine inanmıyordu. Ancak Yoşiya’nın ölümü, oğullarının kötü yönetileri ve krallığın yıkılması üzerine, ulusal tarihle ilgili bu ilk versiyon artık eskimişti. Trajik olaylar bu kitabın iyimserliğini ironik, hatta saçma hale getirmişti. İşte bu nedenle birisi, 587 yılındaki yıkılışının ardından bu tarihin yeni bir edisyonunu yazdı.
İkinci edisyon yüzde 95 oranında birinci edisyonla aynıydı. Temel farklılık, editörün, hikayenin son perek’lerine -2. Krallar kitabının son iki perek’i- eklemesiydi. Bu iki perek’te Yahuda’nın son dört kralını oldukça kısa bir hikayesi verildi. Bu şekilde güncelleştirilen tarih artık Yahuda’nın yıkılışıyla sona eriyordu. Tesniyeci tarihin ikinci edisyonunu yapan kişi, metnin daha önceki kısımlarına da birkaç kısa cümle ekledi ve bu ekler, yeni tarihsel gelişmeler ışığında metni daha da güncelleştirilmiş oldu.
Cros, Tesniyeci tarihin ilk edisyonunu Yoşiya döneminde yaşamış olan bir eseri olduğunu ve ikinci edisyonun krallığın yıkılmasında sonra yaşamış biri tarafında oluşturulduğunu belirtti. Birinci edisyona Dtr1, ikinic edisyona Dtr2 adını verdi.
Yoşiya’da Ulaşılan Son Nokta
Musa ile Yoşiya arasındaki benzerlik gibi kanıtlar, yazarın aslında eserinin Yoşiya’da zirveye ulaşmasını tasarladığını kanıtlar. Tesniyeci tarihte yaygın olarak anılan ve çok önemli bir yer işgal eden bu iki meseleye – merkezileşme ve Davut- Yoşiya bölümünden sonra rastlanmaz. Bu iki yeni kayıt, Yoşiya’da bir son ve kırılma olduğunu gösteren diğer kanıtlarda uygunluk gösterir. Kanıtlar, Tesniyeci tarihin ilk edisyonunun yazar-editörünün, Yoşiya’nın hükümdarlığı döneminde yaşayan biri olduğu gösterir. Bu yazar-editör aynı zamanda Yoşiya’yı destekleyen biriydi. Bu kişinin ne zaman yaşadığını biliyoruz: yaklaşık olarak MÖ 622 civarında. Nerede yaşadığını da biliyoruz: Yahuda’da ve neredeyse kesin olarak biliyoruz ki Kudüs şehrinde. Ancak geriye hala şu soru kalmıştır: Kimdir bu yazar?
YEDİNCİ BÖLÜM
Aynı Kişi
Tarihin ilk edisyonu, yani Dtr1, Yoşiya’nın MÖ 609 yılındaki ölümünden önce yazılmış olmalıdır. İkinci baskı, yani Dtr2 ise, MÖ 587 yılındaki Kildani yıkımı ve sürgünden sonra yazılmış olmalıdır. Arada yalnızca yirmi iki yıl vardır. Bu kişinin Yoşiya zamanından sürgüne kadar yaşayıp yazıyor olması kesinlikle olasıdır.
Tesniyeci Kimliği
Biz yukarıda belirtilen tarihler arasında yaşadığı ve bir şeyler yazdığı kesin olan bir kişi biliyoruz: Peygamber Yeremya. Elimizdeki bilgilere göre o, doğru zamanlarda doğru yerlerdeydi.
Yeremya metninden, peygamber Yeremya’nın yalnızca bir katiple Neriya oğlu Baruk’la bağlantılı olduğunu öğreniriz. Onun, vahiylerini, bunları bir tomara (yazmaya) yazan Baruk’a dikte ettirdiğine dair açık bir tasvire sahibiz.
Kitabı Mukaddes’i kimin yazdığına dair ilişkin eski Yahudi gelenekleri, Talmud’’un bir cildinde aktarılır. Yaklaşık olarak onbeş yüzyıl önce hazırlanan esere göre, Musa’nın Beş Kitabı’nın yazarı Musa: Yeşu kitabının yazarı Yeşu’dur. O dönemde yazılmış dinsel bir eser için bu fikir şaşırtıcı değildir. Bununla birlikte söz konusu açıklamalarda ilgi çekici olan husus, Krallar kitaplarının yazarı olarak Yeremya’nın gösterilmiş olmasıdır. Yeremya’nın Tesniyeci tarihin büyük bir bölümüyle ilişkilendirilmesi kadim bir kabuldür.Neriya oğlu Baruk ister kaydedici, ister yazar, isterse de işin ortağı olsun, yine de çok yakın bir zaman önce ortaya çıkan ve oan ilişkin olan müthiş bir arkeolojik keşfe işaret etmek önemlidir. 1980 yılında arkeolog Nachman Avigad, eline geçen kil üzerine yapılmış bir mühür baskısını yayımladı. Avigad’ın yayımladığı mühür baskısı MÖ VII. Yüzyılın sonuna veya VI. Yüzyılın başına ait İbranice yazıyı içermektedir. Bu yazı şöyledir: “Katip Neriya oğlu Baruk’a aittir.” Böylece ilk kez Kitabı Mukaddes’te geçen bir kişiye ait olarak tanımlanabilecek herhangi bir nesneye ilişkin bir arkeoljik bir keşif yapılmış oluyordu. Aslında mühür Baruk’un imzasıdır. Şu anda İsrail Müzesinde bulunmaktadır. Bu, Kitabı Mukaddes’in sekiz kitabının katibi- ve muhtemelen yazar/editörü- olan kimseye ait imzaya sahip olduğumuz anlamına da gelir.Eseri daha çok kendi halkının tarihini anlatmak –ve anlamak için, duyarlı ve hünerli bir kişinin giriştiği samimi bir çaba olarak görünmektedir. Tarihçi halkının tarihsel mirasını anlattı. Peygamber ise onların kaderi üzerinde kafa yordu.
EZRA
Bütün bu Kitabı Mukaddes boyunca yalnızca iki kişi yasa-koyucu olarak bilinmektedir: Musa ve Ezra. Ezra ilk sürgün grubunun dönüşünden seksen yıl sonra, MÖ 458 yılında Babil’den Yahuda’ya geldi. Kahin ve katipti. Kitabı Mukaddes anlatısı Ezra’nın Harun neslinden gelen bir kahin olduğunu acıka belirtir. Ayrıca onun sıradan bir katip olmadığını da ifade eder. Onun yazma konusundaki hüneri özellikle bir metin ile ilişkilidir: Musa’nın Tora’sı.
Burada söz edilen “Musa’nın tora’sı” elinde olan (senin) “Tanrı’nın Yasası” nedir? Ezra ve Nehemya kitaplarında bu ifadelere yapılan göndermeler, JE, D ve P’den metinleri kapsıyor. Bu nedenle Ezra’nın Babil’den Yahuda’ya getirdiği kitabın bizim bildiğimiz şekilde Tora’nın – Musa’nın Beş Kitabı- tamamı olması mümkündür.
Mabet ve Tora
Ezra, İsraillileri Kudüs’ün Su Kapısında toplamaya çağırdı. Bu toplantı Yahuda’nın her tarafından insanların Kudüs’e gidebileceği güz bayramında (Roş Aşana:Tişri(Eylü-Ekim) ayının ilk günündeki Yahudi yılbaşısı –en) yapıldı. Ezra toplantıda Tora yazmasını çıkardı ve bu amaçla toplanmış kalabalığa okudu. Bundan sonra bir ahit merasimi yapıldı ve halkı bu Tora’da yazılanlara uygun olarak Tanrı’larına bağlılıklarını ve onunla yapılmış antlaşmalarını yeniledi.
DOKUZUNCU BÖLÜM
AÇIKÇA GÖRÜNEN BİR HATA
Bu araştırmada başından beri temel ve en tartışmalı olan soru,P’nin,yani Kahinler Metninin ne zaman yazıldığıdır. Genel olarak J ve E’nin erken dönemden, yani iki krallık,Yahuda ve İsrail, zamanından geldiği kabul edilmektedir. D’nin esasen orta dönemden- Yoşiya zamanından- geldiği ise daha yaygın bir şekilde kabul görmektedir. Ancak P yasaları ve hikayelerinin yazar (ya da yazarlarını ) bulmanın en zor vazife olduğu ortaya çıkmıştır.
P en büyük kaynaktır ve neredeyse diğer üç kaynağın toplamı kadar yer kapla. Kitabı Mukaddes’in birinci perek’inde yaratılış hikayesini içerir. Ayrıca tufan hikayesinin, “büyük derinliklerin tüm kaynakları(nın) yarıldı(ğı) ve göklerin ve pencereleri(nin) açıldığı kozmik versiyonuna verir. P metni İbrahim, Yakup, Mısır’dan çıkış, çöllerdeki yolculuğa dai,çoğu J ve E’deki hikayelerin tekrarlanmaları olan hikayelere sahiptir (aralarında farklılıklar ise olağanüstüdür). P metni, Çıkış ve Sayılar kitaplarının otuz perek’ini ve Levililer kitabının tamamını kapsayan büyük bir yasa sunumunu da içerir. Dolayısıyla ele aldığımız şey hiç de küçük bir sorun değildir. Kısaca söylemek gerekirse, Musa’nın Beş Kitabı’nın büyük bir kısmının yazarını bulmaya dair aayış bir hatayla başlar.
HATA
Peygamberler P’den alıntı yapmışlardı ve Kahinler Metni yasaları ve hikayeleri, merkezi bir dinin tesis edildiği varsaymıyordu. Bu Reuss, Graf ve Wellhausen’in şekillendirdiği senaryoyu ciddi bir şekilde zayıflatır. Biz –Musa’nın Beş Kitabı’nın üyük bir kısmını oluşturan P’nin yazarını kesinlikle İkinci Mabet döneminde arayamayız. Wellhausen bir konuda haklıydı: bütün bulmacanın anahtarı Mişkan’dı.
ONUNCU BÖLÜM
KUTSAL ÇADIR
Samuel döneminde Şilo’da Ahit Sandığı’nın bulunduğu yerden, Kitabı Mukaddes’te hem bir Mabet hem de bir Mişkan olarak söz edilmesinin nedenidir. Mişkan, büyük bir olasılıkla önce Şilo şehrindeki yapıda korunmuş, sonra da Mabet yıkılıncaya kadar Birinci Mabet’in içinde saklanmıştı.
Bütün bunlar P’nin yazarının bulunmasın dane fayda sağlayabilir? Öyle zannediyorum ki bu bilgiler, P’nin, Birinci Mabet’in yıkılmasından önce yazılmış olması gerektiğini ispat eder. P’deki bütün yasalar, kurbanların ve merasimlerin başka bir yerde değil, yalnızca Mişkan’ın kapısında yapılması gerektiğini söylemektedir - ve bu sonsuza dek geçerli olacak bir yasadır. Mişkan yok edildikten sonra nasıl böyle bir şey yazılabilirdi ki? Bir kahin neden kurbanlarının yalnızca artık mevcut olmayan biryerde sunulabileceğini söyleyen bir yasa sunsun? Bu bir hile-i şer’iyye değildir. Olamaz, çünkü eğer bu metin Mişkan ve Birinci Mabet yıkıldıktan sonra yazılmışsa, yazarın kendi eliyle geçim kaynağını kurutması anlamına gelecekti. Eğer Amerika Birleşik Devletleri Meclisi yakılıp yıkılırsa, Kongre üyeleri ertesi yıl vergilerin yalnızca Meclis binasında ödenebileceğine ilişkin bir yasa çıkarmazlar. Ayrıca başka bir Mişkan’ın yapılması da mümkün değildi. Çünkü Mişkan bir kez yaratabilecek bir şeydi, tarihsel geçmişi ve gelenekleriyle kutsaldı.
Mişkan’la ilgili bu kanıtlar, dilbilimsel delillerle aynı sonuca işaret etmektedir; yani Reuss ‘tan beri araştırmacılar P’nin yazarını doğru yerde, ancak yanlış zamanda aramışladır. P’nin yazarının yaşadığı yer Yahuda, belki Kudüs’tü: ancak araştırmacılar yazarı bulmak için en azından bir buçuk yüzyıl ileriye bakıyorlardı. P’yi yazan kişi Mişkan’ı İsrail’in dinsel yaşamının merkezine koymakta, onu Musa’ya dayandırmakta ve gelecekte sonsuza dek var olacağını düşünmektedir. Bu kişi şu satırlar önce yaşamış sonra yazmış olmalıdır:
Kutsal mekanını ateşe verdiler
Yere çalıp murdar ettiler adının Mişkan’ını
ONBİRİNCİ BÖLÜM
KAHİNLER METNİ (P)
P’yi Kim Yazdı?
Musa’nın Beş Kitabı’nın en büyük kaynağı olan bu metni yazan kişi hakkında daha fazla ne söyleyebiliriz? Yazar, Harun nesinden gelen bir kahin ya da ez azından Harun neslinden gelen kahinlerin çıkarlarını temsil eden biriydi. Bu nedenle yazarın erkek olması olasıdır. Yahudalı, hatta kesin olarak söylemek gerekirse Kudüslüydü. Yazar Kudüs’teki kahinlik uygulamalarını tam olarak biliyor ve metinlere ulaşabiliyordu; çünkü Kahinler Metninde kurban uygulamaları, buhur yakılması, kahin giysileri, Mişkan’ın eşyalarıyla ilgili ayrıntılı tasvirler bulunmaktadır. Yazar, Kudüs’ün Kildaniler’in eline geçtiği MÖ 587 yılından önce yaşamış ve yazmıştı.
Alternatif Bir Versiyon
P,JE’ye alternatif olarak yazıldı.
Musa’nın Öneminin Azalması
Belki de P hakkında en sıra dışı şey, Musa’yla ilgili tutumudur. Yazar oldukça hassas bir konumda bulunuyordu.
Eklemeler ve Çıkarmalar
Tıpkı J,D ve E’de olduğu gibi P’de de, Kitabı Mukaddes metni ile yazarın içinde bulunduğu dünyanın olayları arasındaki ilişkiyi görebiliriz. Her bir hikaye, yazarı için önemli olan bir şeyi yansıtır. Yazarın önemsediği şeyin ne olduğunu ve bunun neden ön planda olduğunu çözümlediğimiz zaman Kitabı Mukaddes’in o parçasını kimin yazdığını belirlemek için bir adım atmış oluruz. Elde ettiğimiz bu parçaları bir araya getirip aralarındaki bağlantıyı gördüğümüzde amacımıza daha yaklaşırız.
ONİKİNCİ BÖLÜM
KRAL HİZKAYA’NIN SARAYINDA
JE’den Alıntı Yapılması
Kahinler Metnindeki yasalar ve hikayeler JE’ye alternatif olarak düşünülüp yazıldığını artık biliyoruz. JE hikâyeleri, Kâhinler Metninin yazarının atası olan Harun’u kötülemektedir. JE yasaya önem vermiyordu. Kâhinlerin öneminin vurgulamıyordu. Melekler, insanbiçimcilik, rüyalar ve konuşan hayvanlar gibi Kâhinler Metni yazarının kabul etmediği bazı unsurlar JE’de bulunuyordu. Kısacası, Kâhinler Metnin yazarı JE’den memnun değildi.
P’den Alıntı Yapılması
P, Tesniyeci yazarın döneminden önce yazılmış olmalıdır ve dahası Tesniyeci yazar da P’ye oldukça aşina olmalıdır. Eğer Tesniye’nin yazarı Yeremya (veya onun katibi olan Baruk) ise, Tesniye’nin yazarının P’yi bilmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Çünkü Yeremya kitabında da P’den yapılan alıntılar görmüştük. Yeremya, P ifadeleriyle oynamakta, P’nin yaratılış hikayesinde kullanıldığı dili tersine çevirmekte ve İsrail’in Mısır’dan ayrıldığı dönemde Yahve’nin kurban meselelerine önem verdiğini yadsımaktır. Yeremya, Kahinler Metni yasalarını ve hikayelerini biliyordu. Bunlardan hoşlanmıyor, ancak biliyordu.
Sonuç: P hikâyeleri ve yasaları Yeremya ve Dtr1 döneminde, yani Kral Yoşiya’nın MÖ 609 yılında ölmesinden önce Yahuda’da mevcuttu.
Kral Hizkiya’nın Sarayında
P. MÖ 722 yılından sonra ve MÖ 609 yılından sonra yazıldı. Bu tarih dilimini ne kadar daha daraltabiliriz? Örneğin hangi kral ne zamanında yazıldığını söyleyebilir miyiz? Sanırım evet. Kanıtlar, Yoşiya’nın büyük babası Kral Hizkiya’ya işaret etmektedir.
P, Harun neslinden gelen kâhinlerin bir eseridir. Merkezi sunakta yetkili olanlar –Musa, Korah ya da diğer Levililer değil – bu kâhinler-di. Yalnızca Harun neslinden gelen kâhinler olabilirdi. Bütün diğer Levililer ikincil ruhbandı. Kitabı Mukaddes kaynakları arasında yalnızca P, “kahinler”i ‘Levililer’den farklı olarak görür. D genel olarak kâhinleri “Levili kâhinler” olarak anar. Ancak P sürekli olarak kâhinler ve Levililer diye iki farkı gruptan bahseder. P’yi ortaya çıkaran Harun neslinden gelen kâhinliğin rakipleri vardı, Levililer. Ve Levililer Harun’u değil, Musa’yı kendilerine örnek alıyorlardı.
Hizkiya Dönemi
Şüphesiz ki, şimdiye kadar aktardığım kanıtlar P’nin Kral Hizkiya döneminde yazılmş olduğunu kesin olarak göstermez. Bu kanıtlar yalnızca, Hizkiya döneminin, P için en uygun ve olası dönem olduğunu gösteren bir işarettir. Hizkiya’nın hükümdarlığı yaklaşık olarak, İsrail Krallığı’nı yıkıldığı yıllarda başladı. Bu yeni nüfusun Kudüs’e geldiği, kzyden gelen Levililer’in sahnedeki yeni yerlerini aldığı, E’nin Kudüs’e getirildiği ve büyük bir olasılıkla J ile E’nin birleştirildiği bir dönemdi. Kudüs’teki Harun kahinliği, Süleyman döneminden bu yana başlarına gelen en büyük tehditle bu dönemde yüzleşmek zorunda kaldı.
P’den elde edilen dilbilimsel ve tarihsel kalıntılar da Hizkiya dönemini işaret eder. P,İsrail Krallığı yıkılmasından sonra, ama Yeremya ile Hezekiel’den ve Yahuda Krallığı’nın yıkılmasından önce yazılmış olabilir. Hizkiya dönemi, Yahuda’da edebi eserlerin üretildiği bir dönem olarak bilinmektedir. İyaşa, Mika, Hoşea ve Süleyman’ın Özdeyişleri gibi kitapların çoğu bu dönemde yazıldı. Ayrıca, Süleyman’dan Hizkiya’ya uzanan dönem içerisinde gerçekleşen tarihsel olayları anlatan ve daha sonra Krallar ve Tarihsel kitaplarının bir parçası haline gelen bölüm de bu dönemde kaleme alındı. Belki de tüm bunlar arasındaki en önemli olay dinin bu dönemde merkezîleşmesidir. Hizkiya dinin merkezileşmesini sağladı.
Yazar Hakkında
J ve E’nin yazarları gibi P’nin yazarı da ancak adı olmadan tespit edilebilmiştir. Yine de elde ettiğimiz bilgiler, J ve E’de olduğu gibi belki de yazarın adının bilinmesinden daha önemlidir. Dilden, mimariden, arkeolojiden, diğer belgelerden ve tabi ki Kitabı Mukaddes’in kendisinden çıkardığımız ipuçları aracılığıyla, P’yi ortaya çıkaran kişiyi belli bir grupla ilişkilendirebiliyoruz. Yazarların hikâyeleri ve yasaların pek çoğu döneminin siyasal dinsel ve sosyal meseleleri hakkında bağlı olduğu grubun görüşlerini yansıtır.
P’nin yazarı Harun neslinden gelen kahinlerden biri ya da onların sözcüsüydü. Bu azar anlattığı hikâyeler ve vurguladığı dinsel kurallarla Harun neslinden gelen kâhinler teolojisini ve konumunu destekledi. Yazar bir kişi miydi yoksa birden fazla kişi mi? P hikâyeleri yazarın kesinlikle tek bir kişi tarafından yazılmış gibi görünür. Bu hikâyeler birbirleri ile uyumlu düşünce ve örgülerle örülüp bir araya getirilmiştir, dilleri baştan sona kadar aynıdır ve bu hikâyelerin JE hikâyelerine karşı net bir tavır almaktadır. J ve E hikâyelerinden ayrılarak okunduğunda P hikâyelerinin birkaç kırılma dışında devamlılık arz eden akıcı bir bütünlük olduğu görülür. Yazar, eserini, üzerinde dikkatlice düşünerek JE’ye alternatif olarak yazmıştı ancak daha sonra gelen biri P ile JE’ye birleştirdi.
ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM
BÜYÜK İRONİ
Harun Neslinden Gelen Bir Kahin
Dört kaynağı, Musa’nın Beş Kitabı içinde bir araya getirip düzenleyen kişi “redaktör” olarak bilinir. Redaktörün kimliğini belirlemek, kaynakların yazarını belirlemekten daha zordur. Kitabın büyük bir bölümünde redaktör zaten var olan metinleri düzenliyor, kendi düşüncelerine çok fazla yer vermiyordu; işte bu nedenle redaktörün kim olduğunu ışık tutabilmek için çok az kanıt bulunmaktadır. Ancak yine de, redaktör hakkında bir şeyler biliyoruz. Redaktör Harun neslinden gelen kâhinlerden biriydi. Ya kendisi kâhindi ya da kahinlerle bağlantısı vardı ve onların çıkarlarını gözetiyordu. Kısacası redaktör Kâhinlere ait başka bir belgeyi Tekvin kitabına yapısını veren metin olarak kullandı. Profesör Cross daha da ileri gitti. P ile R’nin (metin olarak) nerdeyse aynı olduğu sonucuna vardı. Kahinler resmi görevlerinden birisi de yasaları ve geleneği göstermekti. P’yi ve Tesniyeci tarihi yazan kahinlerin eserlerini kahinlere aktarmaları ve bu metinlerin Kahinler çevresinde korunmuş olması oldukça doğal bir şeydir. Daha sonra tarihte öyle bir an geldi ki, bir kahin bu metinleri bir araya getirmenin önemli olduğunu anladı.
İkinci Mabet Dönemi
Tarihteki bu an, İkinci Mabet döneminde zuhur etmiş olmalıdır. Kaynakların hepsi- J, E, P ve D- bu dönemden kısa bir süre öncesine kadar henüz tamamlanmış değildi. İkinci mabet günleri Harun neslinden gelen kahinlerin nüfuz sahibi oldukları bir dönemdi. Artık krallar yoktu. Rakip kahinlikler bertaraf edilmişti. İkinci Mabet döneminde Harın neslinden gelen bir kahinin eserin son halinin redaktörü olması gerçekten sürpriz olmayacaktır. Bu, kahinlerin bu eseri ilan etmek- ve uygulamak- için daha önce hiç olmadığı kadar yetkiye sahip oldukları bir dönemdi.
Ezra
Harun neslinden gelen kahinler arasında özellikle bir isim böylesi bir gücü elinde bulunduruyordu: Ezra. İmparatorun desteğini kazanmıştı. Uygulama yetkisine sahipti. Baş-kahin olmamasına rağmen büyük bir nüfus elde etmişti ve bu nüfus doğrudan doğruya Yahuda’ya getirdiği bir yazmayla bağlantılıydı. Bu yazman “İsrail’in Tanrısı Yahve’nin verdiği Musa’nın Tora’sı” şeklinde tanımlanmıştı. Kitabı Mukaddes’te yalnızca iki kişi yasa koyucu olarak bilinmektedir: Musa ve Ezra. Eza bir kahin yasa koyucu ve katipti. Metinlere ulaşabiliyordu. Arıca burada imparatorun “elinde olan Tanrı’nın yasası”nı öğrenip uygulaması konusunda Ezra’ya yetki verdiği de belirtilmektedir. Yahuda’da bir bütün olarak Musa’nın Tora’sına ilk kez Ezra döneinde rastlanır. Ezra torayı aramıştır: bu eser üzerine çalışan bir katipti, bizzat kendisi onu Kudüs’e taşımış ve yine kendisi onu ilk kez halka sunmuştur. Ezra, bunu halka okuduğunda halk hiç duymadığı şeyleri duymuştur. Bu elbette, Musa’nın Beş Kitabı’nı kesinlikle Ezra’nın şekillendirdiğini kanıtlamaz. Ama o, gerekli yetki ve elinde kitabın bilinen ilk kopyasıyla doğru zamanda bulunuyordu. Eğer bu eseri ir araya getiren Ezra değilse bile kendisine yakın biri olmalıydı – bir akraba, bir kahin meslektaşı, bir katip dostu- çünkü bu eser, Ezra’nın onu Yahuda’ya getirmesinden çok uzun bir süre önce oluşturulmuş olamazdı. Mabetin kurulmasıyla Ezra’nın Kudüs’e gelmesi arasında yalnızca bir nesillik zaman farkı vardı.
Tüm bunları ışığında bakıldığında, Musa’nın Tora’sı ile Ezra arındaki ilişki arasında kadim bir geleneğin olması bir hayli şaşırtıcıdır. Gelenek, MÖ 587 yılında Mabet’i yok eden yangında toranın özgün yazmasının yandığını, ancak Ezra’nın aldığı bir vahiyle onları tekrar yazabileceğini söyler. Bu gelenek, Ezra’nın Dördüncü Kitabı diye anılan eserde korunmuştur. Bu kitap, Kitabı Mukaddesin bir parçası değildir. Ancak MÖ 200- MS 200 yılları arasında Hıristiyanlar ve Yahudiler tarafından yazılan eserlerin bir araya getirilmesi olan Pseudepigrapha olarak bilinen derlemenin bir parçasıdır. Ezra’nın Dördüncü Kitabı yaklaşık olarak MS 100 yılında yazılmıştır. Bu kitapta anlatılanlara göre, Tanrı bir çalılığın arkasından Ezra ile konuşmuştur.
Daha sonra Ezra, kırk gün boyunca kayıp metinleri ezbere okur. Daha geç bir döneme ait olan bu eserin önemini abartmamak için şu kadarını söyleyebiliriz: erken dönemlerden itibaren Ezra ile kutsal metinlerin arasında bir ilişki kurulmuştur.
Musa’nın Beş Kitabı’na şekil veren kişi büyük bir ihtimalle elinde Musa’nın Torası olduğu halde ülkeye gelen ve kahin, katip ve asa koyucu olan Ezra’dır.
Birleştirme
Kahinler metni yazarının ikinci Mabet döneminde yaşadığını söyleyen on dokuzuncu yüzyıl araştırmacılarının kısmen haklıydı. Evet Kahinlere ait metinlere son şeklini veren kişi bu dönemde yaşamıştı. Ancak kullandığı kahinlere ait kaynak (P) daha önceki bir dönemden (Hizkiya) gelmekteydi.
Neden böylesi bir birleştirmeye ihtiyaç duydu?
Yaklaşık olarak 250 sene önce J ve E’yi birleştiren nedenler ne ise, o da büyük bir olasılıkla aynı nedenlerden böyle bir şey yaptı. Bu dönemde kullandığı bütün kaynak metinler ün kazanmıştı. J ve E neredeyse yüzyıllardır vardı ve D bu iki kaynaktan alıntılar yapmıştı. Yaklaşık olarak Hizkiya döneminden beri varlığını sürdüren P, ulusal reformla ilişkilendirilmiş ve yetkiyi elinde bulunduran kahinler sınıfının desteğini elde etmişti. D, Yoşiya döneminde halka okunmuştu ve her yedi yılda bir bu metnin halka okunmasını isteyen bir kural içermekteydi. Redaktör, bunlardan herhangi birisini nasıl dışarıda bırakabilirdi ki? Burada da mesele, daha önce olduğu gibi, yeni metnin başarılı bir şekilde halka ilan edilip uygulanmasıydı. Ayrıca bu değişik metinleri destekleyen gruplar da hala mevcuttu. Aslında bu dönemde var olan bütün kaynakların bir araya getirilmesi, İsrail-Yahuda cemaatinin farklı hizipleri arasında kesin bir uzlaşma sağlamış olabilir. Ancakreaktöriçinbu kaynakları birbirine karıştırmak zorunda olduğu sorusu hala yanıtlanamamıştır. Neden bu kaynakları yeni Ahit’in dört İncil’i gibi yan yana koyarak korumamıştı? Yeni Ahit ile bu kaynaklar arasındaki farklılık şudur: Ezra dönemine kadar bu kaynakların hepsi açıkça Musa’yla ilişkilendiriliyordu. Bu durumda redaktör ne yapmalıydı? Bazen birbiriyle çelişen iki veya üç farklı metnin hepsini Musa’ya atfedilemezdi. Bu nedenle redaktör, aynı hikayelerin alternatif versiyonlarını tek bir eserde bir araya getirmek gibi oldukça zor, karmaşık ve ironik bir görev üstlendi.
Yöntem
Redaktörün tek kuralı, öyle görünüyor ki, hoş görülmeyecek çelişkilerin dışında kalan özgün metni mümkün olduğunca korumaktı. Bunun kanıtı şudur: TEKVİN, ÇIKIŞ, LEVİLİLER ve SAYIlAR’d JE’yi O’den ayırdığımızda her bir hikaye kendi içinde, birkaç boşluk dışında, mantıklı bir şekilde akıp gider. Bu bölümlerde redaktörün herhangi bir çıkartma yaptığını gösteren yalnızca birkaç işaret bulunmaktadır. Redaktörün vermesi gereken ilk karar, iki yaratılış hikayesi hakkında ne yapacağıydı. Redaktör her iki hikayeyi de arka arkaya kullanma yolunu tercih etti. Sonraki iki bin yıl boyunca okuyucuların yaptığı gibi, redaktör de olayların değişik ir şekilde düzenlenmesini ve Tanrı adlarındaki farklılığı basitçe önemsememişti. ancakredaktör her zaman bu yönteme bağlı değildi. Bazı durumlarda P hikayesini pek çok küçük parçaya ayırma ve bu parçaları bir dizi JE hikayesinin arasına dağıtmayı tercih etti.
Görüldüğü gibi redaktör bazı tekrarlanmalar ve çelişkiler hoşgörüyle karşılaşırken, diğerlerine aynı hoşgörüyü göstermemişti. Nuh dışında bütün insanları yok eden iki farklı tufan hikayesinin bulunmasına razı olmamıştı. Ama Musa’nın, Meriva adını taşıyan iki farklı yerde iki farklı kayaya vurmasını istemişti.
Bütün bunlardan hareketle denilebilir ki, redaksiyon sürecini yürüten tek bir yöntem yoktu. Redaktörün metinleri farklı ve karmaşıktı. O, her bir olayı kendi değerlendirmelerine uygun olarak yazacak kadar zeki ve yetenekliydi.
Devamlılık
Redaktör, yine de, bütün bu parçalar derlemesine anlamlı bir düzen vermek zorundaydı. Hikayeler arasında bir devamlılığın olması gerekiyordu. Bu devamlılık kısmen metinlerin yapısıyla sağlanıyordu. Bütün hikayelerin birbiriyle uyum içinde olmasını sağlayan şey ise, doğaldır ki, hepsinin tarih içinde bir yerlere yerleşmiş olmasıydı. Bu metinler, olayları bir düzen içinde anlatıyordu ve böylece olayların tarihsel seyir içinde peş peşe meydana geldikleri anlaşılıyordu. bu bizim için önemsiz görünecek kadar açık olabilir. Ancak bunun nedeni yalnızca bizim Kitabı Mukaddes-sonrası (ve Yunan-sonrası) bir dönemde yaşamamızdır. Kitabı Mukaddes, ilk tarih yazma girişimiydi. redaktör tıpkı P’yi yazan kişi gibi, Harun nesline mensup bir kahindi. Ancak ironik olarak, redaktörün görevi P’yi yazan kahinin görevinin tam tersiydi. P’yi yazan kişi önceki kaynaklara (JE’ye) alternatif olacak bir eser oluşturmuştu. Redaktör ise birbirine zıt kaynakları uzlaştıran bir eser ortaya çıkarıyordu. Diğer yardımcı kanıtlara ek olarak bu, öyle zannediyorum ki, benim bulduğum ve P ile redaktörün eserini birbirinden ayırt etmemizi mümkün kılacak bir anahtardır. P metinleri diğer kaynaklara mücadele ediyordu. Redaktörün metni ise kaynakları kucaklıyordu.
İlk Kitabı Mukaddes
Redaktör, TESNİYE kitabını kaynakları arasına eklendiğinde, belki de daha önce hiç düşünmediği ek bir sonuç elde etti. TESNİYE şimdi hem Tora’nın son kitabı hem de Tesniyeci tarihin ilk kitabı haline gelmişti. Böylece TEKVİN’den II.KRALLAR’ın sonuna kadar doğal ir süreklilik sağlanmıştı. Amerikalı Kitabı Mukaddes uzmanı David Noel Freedman, kendi içinde devamlılığı olan bir hikaye anlatan bu onbir kitabı (TEKVİN, ÇIKIŞ, LEVİLİLER, SAYILAR, TESNİYE, YEŞU, HAKİMLER, I.SAMUEL VE II. SAMUEL, I. KRALLAR, II. KRALLAR) İlk tarih olarak adlandırdı. Freedman bu kitapları bu kitapları “İlk Kitabı Mukaddes” olarak da anmıştır. Bu, Kitabı Mukaddes’i incelemek için gerçekten de faydalı bir yöntemdir. İlk Tarih, Kitabı Mukaddes’in geri kalanının üzerine inşa edilmesini sağlayacak bir çekirdek oluşturuyordu.
Beceri Üstüne Beceri
Ezra olduğunu bildiğimiz redaktör, Musa’nın Beş Kitabı’nın oluşmasına katkıda bulunanlar arasında en az taktir edilen kişidir. Hikaye ve yasaların yazarlarına genellikle daha çok önem verilir. Bu belki de bir hatadır. Redaktör; J, E, P ve D’nin yazarları kadar ustadır. Onun katkısı bu yazarların katkıları kadar önemlidir. Redaktörün vazifesi yalnızca zor değildi, aynı zamanda yaratıcılık gerektiriyordu. Vazifesi ondan hikaye anlatımı gibi başlı başına ustalık isteyen bir becerinin yanı sıra her adımda hikmet ve edebi hassasiyet talep ediyordu. Sonuç olarak redaktör, bunca yıldır okuduğumuz kitabı yaratan ve milyonlarca kişiyi sayısız şekilde etkileyen hikaye ve kurallara son şeklini veren kişiydi. Kitabı Mukaddes’in bu gücü, redaktörün mü yoksa kaynakları yazan kişilerin mi etkisidir? Yoksa Kitabı Mukaddes’in oluşumuna katkıda bulunan bu kişilerin edebi bir ortaklığından söz etmek daha mı iyi olurdu? Yazarların çoğu, böyle bir ortaklığa katkıda bulunduğunu bile bilmiyordu. Yüzyıllar boyunca büyüyüen bu ortaklık kim bilir ne kadar ironi içermektedir?
ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
KİTABI MUKADDES’İN YARATTIĞI DÜNYA
Son Eser
Bir bütün olarak Kitabı Mukaddes, tek tek parçalarının sahip olduğundan öte bir anlam mı taşır. Elbette.
Farklı hikayelerin, yasaların, şiirlerin ve olayları oluşturan bakış açılarının bir araya getirilmesi, yazarların hiçbirinin hayal bile etmediği şeylerin ortaya çıkmasına sebep oldu.
Kaynakların iç içer geçmesi sonucu ortaya çıkan bu tip yeni unsurların ve düşünceleri –hikayelerde yeni kırılmalar, yeni psikolojik düzeyler ve yeni yorum imkanları- yüzlerce, belki de binlerce örneği vardır. Yine de biz, Kitabı Mukaddes’in sıradışı tarihinin, bu kitabın yazılmasındaki etkisini daha yeni yeni takdir etmeye başladık. Temel noktamız da budur. Kaynakların tek bir metinde birleştirilmesi ,Kitabı Mukaddes’in bütün zamanlar boyunca yeni bir şekilde yorumlanması olasılığın arttırmıştır.
Kaynakların bir araya getirilmesi yalnızca Kitabı Mukaddes’te anlatılan kişisel hikayeleri değil; Kitabı Mukaddes’in Tanrı tasavvurunu da etkiledi. Kaynakların birleştirilmesinin daha çelişkili başka bir sonucu vardı. Redaktör metni, Tanrı’nın adaleti ile merhameti arasında yeni bir denge doğurmuştu. Tanrı’nın adaleti ile merhameti arasındaki gerilimin kendisi, Kitabı Mukaddes’in hikayelerinde ne kadar önemli bir etken haline geldiyse, aynı oranda da bir bütün olarak Kitabı Mukaddes de, bir kez daha söyleyebiliriz ki, tek tek parçalarının sahip olduğundan daha öte bir anlam kazanmıştır. Kitabı Mukaddes, gerçekten de kendisini yazan kişilerden daha büyük ve üstündür.
Kitabı Mukaddes tarih ve edebiyatın bir sentezidir; içinde bazen uyum, bazen de gerginlikler taşır, ama nihayetinde bütünüyle parçalanamaz durumdadır. Ve öyle inanıyorum ki, Kitabı Mukaddes’in oluşum tarihinin oldukça büyük bir kısmının ortaya çıkması ve bu sentezin değerinin anlaşılması nihayet, yüzyıllar sonra şimdi, bizim gözlerimiz önünde gerçekleşiyor.
Basitçe ifade etmek gerekirse, başlangıçtan beri soru “Kitabı Mukaddes’i kim ilham etti?” ya da “Kitabı Mukaddes’i kim vahyetti?” değildi. Soru yalnızca, Kitabı Mukaddes’i gerçekten hangi insanların oluşturduğuydu. Bu insanların Kitabı Mukaddes’i ilahi bir yönlendirme, emir ya da ilhamla yazıp yazmadıkları ise her zaman bir inanç meselesi olmuştur. İçinde yer aldığımız araştırmaların tartıştığı şey, Kitabı Mukaddes’in vahyedilmiş ya da ilham edilmiş olma özelliğine beslenilen inanç değil, Kitabı Mukaddes’i parşömenlere kimin yazdığına ilişkin gelenektir.
Çözümlemelerin henüz tamamlanmamış olması, günümüzde, önceden olduğu gibi bir sorun yaratmıyor. Elbette hala bazı boşluklar var- örneğin J ve E yazarlarının adları. Ama sonuçta Tanah’ın yazılması yaklaşık olarak on bin yıl sürmüş ve Hristiyanların Yeni Ahit’i ona eklemelerinden önce bin yıl daha geçmişti. Eğer bir gizemin oluşturulması bu kadar uzun bir süre aldıysa, bu gizemi açığa çıkarmak için – ortaçağ araştırmacılarından bu yana- yaklaşık olarak bin yıllık bir süre geçmesi aşırtıcı değildir. Önemli olan şey, son birkaç yılda yapılan keşiflerin –edebi,dilbilimsel ve arkeolojik buluşların- bizi bu bilgileri kullanabileceğimiz bir aşamaya getirmiş olmasıdır.
Artık Kitabı Mukaddes’in her bir bölümünü oluşturan sanatsal yeteneği inceleyebilir ve değerini anlayabiliriz. Yüzyıllarca süren ve Kitabı Mukaddes’i daha karmaşık ve daha zengin bir hale getiren insan deneyiminin çeşitliliğini takdir edebiliriz.
Asıl soru, Kitabı Mukaddes’i kimin yazdığı değil, onu kimin okuduğudur.